30 Kasım 2011 Çarşamba

Aslansın Minny!!

Pazar günü ne izlesem diye internette dolanıp duruyosanız, işte aradığınız film! Koyu esmer tenli Amerikalıların bırakın özgürlüklerine kavuşmalarını, insan bile sayılmadıkları, miras bırakılabildikleri ve çalıştıkları evlerin içindeki tuvaletleri kullanmalarının yasak olduğu bir 60'lar filmi bu. Üniversite eğitimini şehir dışında almış ve  insaniyet sahibi kasabalı genç kızımız, "kasabanın beyaz yellozları"nın "the help (yardımcılar)" olarak adlandırdığı kadınlarla röportaj yapmaya niyetleniyor ve işte o andan itibaren intikam duygunuz nasıl  güzel tatmin ediliyo bi bilseniz! Film bitince "aaaaaa bitti miiiii!" diye mal mal sızlancaksınız ve daha uzun olsaydı diceksiniz, garantisini veriyorum! Ha tabii bi de Minny Jackson arkadaşım olsun diceksiniz! Octavia Spencer en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ını alırken "ben demiştim taaa ne zaman" diye böbürlenbilmek için, bi an önce oturun izleyin! 

1 Kasım 2011 Salı

70lerin Asi Amerikan Gençleri

Baya geç ve biraz da şans eseri keşvettiğim film olan, bulduğum andan itibaran de en az 10 defa izlediğim “The Warriors” u yazayım dedim bu akşam...

Film, 70lerin sonlarında, Amerika’da bulunan irili ufaklı çetelerden biri olan Warriors’un bir gecelik serüvenini anlatıyor. Daha jeneriğinden kültlük akan filmin, Özellikle 80ler ve 90lar da bir çok filme kaynak olucak derecede iyi olması (ki bu son cümle cümleten şahsi fikrim), filmin ciddi anlamda en büyük artısı... Hatta, bu senenin “Drive” ında da bu filmden kırıntılar bulmak mümkün...

2005’te Rockstar’ın konsol için oyununu da yaptığı film, dikkate değerden de öte konumda benim için. Bence ABD’nin köşetaşlarından ve benim de başucu filmlerimden biri olan bu film, en azından bir şansı hakediyor...

Ajan Çizgifilmi

Şu anda düzenli takip ettiğim tek çizgi dizi ve kanımca aktif devam eden çizgi diziler arasında en iyisi olan “Archer” dan bahsedeyim az buçuk...

Kafası hep inliğe itliğe çalışan kanal FX’in son dönem bombalarından olan “Archer”, annesinin müdür olduğu özel bir ajanlık (o da nası oluyorsa) şirketinde çalışan laubalı ajan Archer’in etrafında dönen ciddi anlamda komik olayları konu alıyor. Kalburun ciddi anlamda üstünde ve zekice yazılmış espirileri, diziyi izlettiriyor.

3. sezona ara verildi şu an ve her sezon 12-13 bölümden 20şer dakika. Çok zaman yemeden keyifli dizi izliyip illa bol bol gülcem ben diyorsanız, buyrun burdan yakın...

4 Ekim 2011 Salı

Biraz GTA Biraz Gran Turismo ve Düşük Bütçe

Dün toplanıp film izleyelim dedik ve en son Drive da karar kıldık...

Filmde baya bir insanın “The Notebook” tan sona tiksinip sona “Half Nelson” ve “Blue Valentine” ilen saygısını geri kazanan Ryan Gossling ve İnglizlerin son dönemde yetiştirdiği “Ayy ne tatlı kız göğüsleri biraz ufak kafası da biraz büyük ama zaten ondan şirin bi de üstüne yetenekli” kategorisinden Carey Mulligan yer alıyor. Filmin baya bir özelliği 80ler kıvamında olsa da, özellikle görüntü yönetmenliğinin çok modern yapılması ortaya ilginç bişi çıkarmış...

Tadında aksiyonu basit sevimli hikayesi ile izlenesi. Valla ben çok beğendim cidden çok hoş film olmuş. Oturun üşenmeyin de izleyin saygılar...

20 Eylül 2011 Salı

Kaçak İçki Adamı Kör Eder

2 hafta önce Almanya’nın sayısalını tutturunca, Seksi Shengen’ime yüklenerek yok İbiza’sıdır yok Paris’idir gezmekten yazamadım... Neyse gelelim asıl konuya...

Başlamasına 4 gün kala internette alelade jeneriğini görüp “Aman yeaaa 2. sezona 4 gün kalmış hüveeaaahg ” die düşünündüğüm televizyon tarihinin efsanelerinden olmaya aday, Boardwalk Empire’ı yazayım dedim...

Hikaye, 20lerde Atalntic City’nin çakal belediye reisinin (Buscemi), Amerikan hükümetinin içkiyi yasaklamasından faydalanarak, içki kaçakçılığından voleyi vurma çabasını işliyor. Kamera önü kadronun yanı sıra, kamera arkasında da mayfa işlerinden en iyi anlayan insanlar olması (Martin Scorsese ve Sopranos’un yazarı Terrance Winter) Daha sadece bir sezon olan dizinin kalitesini fantastik boyutlara taşıyor. Şu an yaklaşık 1 saatten 12 bölüm mevcut...

Siz de “Godfather iyidi be hocam” diyor, –gerçi kim demiyor onu da neyse– az bişey de dönemsel yapımlardan hoşlanıyor ve kandır vahşettir gibi mevzulardan mideniz kalkmıyor, aksine bu tarz işler hoşunuza gidiyorsa, dizinin ilk sezonunu bir oturuşta alma ihtimaliniz mevcut... Dediydi dersiniz.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Los Angeles fena yer

O gün oturdum harddiskte ne var ne yok diye karıştırırken LA Confidential'ın başına bir daha bir bakayım dedim. Filmi ilk izlediğimde 11 yaşındaydım, sinemada izlerken pek bir şey anlamadığımı ama filmden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Sonra dönüp dönüp üç beş yılda bir izlerim o zamandan beri L.A. Confidential'ı. Aradan tam 14 yıl geçmiş ve ben başına bakayım derken bir baktım filmi bitirmişim. Daha Russell Crowe'un Russell Crowe olmadığı, Kevin Spacey yeni yeni ününe ün katmaya başladığı, Kim Basinger'ın kariyerinin zirvesinde olduğu, tam dört yıl sonra Memento'da izleyeceğimiz Guy Pearce'in ilk defa beyaz perdede şahlandığı ve Danny DeVito'nun daha yapımcılığa el atmadığı zamandan kalan bu gerçek modern klasiği izlemediyseniz çok şey kaçırmışsınız demektir. Çürümüş bir polis örgütü, komplo, sex, uyuşturucu yani LA'de ne kadar pislik varsa film hepsini acımadan gösteriyor. 1950'lilerin mükemmel kurulan atmosferi, şahane oyunculukları ve tam anlamıyla seyirciyi koltuğa çivileyen senaryosuyla LA Confidential bir baktım hala eskimemiş, e dedim gerçek "klasik" böyle bir şey olsa gerek.

6 Eylül 2011 Salı

Kafalardaki Devreler

Şu kadar filmin arasında bir Türk filmi yok diye hayıflanarak yazmaya karar verdim Vavien’i...

Film basitçe, ana karakterler olan Celal (Engin Günaydın), Sevilay (Binnur Kaya) arasındaki ilginç ilişkileri konu alıyor. Filmin en büyük öne çıkan yanları ise, gerçekten iyi bir kara komedi olması (Çünkü Türkiye’den baya bir süredir düzgün denicek kara komedi çıkmıyordu -tamamen şahsi fikrim-) ve Engin Günaydın’ın yazdığı bir hayli absürd bir o kadar da komik senaryosu... Oyuncu seçimleri gayet kaliteli yapılmış, oyunuculuk vasatın bır hayli üstünde...

Neyse, sonuçta gayet izlenip ciddi miktarda gülünebilecek son dönem kaliteli Türk filmlerinden. Kalabalık izlemiştik baya da bir gülmüştük. Alın biralarınızı izleyin efem...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Sol Açığın Teröristleri...

Bir altta Alman filmi görünce aklıma geldi de yazayım dedim “Der Baader-Meinhof Komplex”i...

Neyse gelelim asıl mevzuya... Film, 2. Dünya Savaşı’nın ardından aşırı solculuğun geliştiği günlerde (60lar sonu 70ler başı diyelim), Ulrike Meinhof (Gedeckt) ve Andreas Baader’in (Bleibtreu) başını çektiği, Alman tarihinin en kanlı en vahşi örgütlerinden biri olan RAF’ın (Rote Armee Fraktion) oluşum sürecini ve eylemlerini konu alıyor. Daha açılış sahnesinde seyirce Janis Joplin’in dinlettiren film sizi sadece havaya sokmakla kalmıyor, “Hippie” kavramının Alman yaşam tarzına yansımalarını ve karakterler arasındaki ilişkiler üzerine de ciddi miktarda eğiliyor. Filmin oyunculuk, yönetmenlik gibi teknik özellikleri ciddi anlamda ortalamanın üzerinde olsa da bence filmin en büyük artısı olan biteni propaganda tadında değil de son derece objektif anlatması...

2009’da en iyi yabancı oskar adayı da olan film için çok da söylenecek bir şey yok bence. Sürükleyici senaryosu ile gayet kendinizi kaptırarak izleyeceğiniz, son dönem bir başarılı Alman yapımı...

Sex, Drugs and Rockn'roll!

Öncelikle Paul Kalkbrenner' den başlayalım; Leipzig doğumlu Alman minimal, tekno, elektronik, house çalan bir Dj. Bi de Dj Icarus var. O da filmdeki asıl abimiz. "Ica" nın hayatı müzikten ibaret. Ve tabii ki de onun getirdiği güzellikler/kötülükler (artık o senin vicdanına kalmış); kadınlar, uyuşturucu, bolca alkol, bolca jager, jack, bolca su ve hangover. Adlarını anca üniversitede kimya okusan duyucağın kimyasallar bu adamın vücudundalar. Her şey Berlin' deki Club Maria(şimdi adı değişti) sıradan bir geceyle başlıyor. "Kanka" nın verdiği bişeyle trip başlıyor haliyle ve sabah rehabilitasyon merkezinde uyanıyor. Merkezden kaçıyor bir kaç kere, merkezde hoşçakal partisi veriyor ve mekanı dağıtıyor. Tam bir wasted hayat. Rocknrolla daki "johnny quid" kafasından çok uzakta ve ayrı bir evrende. Müzikler efsane zaten filmdeki. Benden tavsiye filmi açın yanınıza bişiler alın bira olur jack olur jager olur votka olur; çünkü çooook canınız çekicek. "Sadece alkolleri mi? " ee orası da yukarda söylediğim gibi size kalmış :)

3 Eylül 2011 Cumartesi

Çocuk dediğin kırar dizini, oyununu oynar!

Ayyy ne tatlı kız, ne tatlı oğlancık falan derken, çocukların içlerindeki psikopatı serbest bırakıvermesiyle birlikte, bütün o sevgi sözcüklerini yutup "ha si.tir" deyiverdim!
Çocuk deyip hafife aldığımız insan tipinin, kendi aralarında oluşturdukları voltranla adeta bir ölüm makinesine dönüşmesi beni gerdi ne yalan söyliyim!
Bayram seyran davasına toplanan ana babalar, çocuklarınızı karda kışta, çadırda kızakta oynasınlar diye başı boş bırakırken artık o kadar rahat olamıcaksınız! film, ger,ger,ger şeklinde ilerliyo ve the Children gerçeğiyle yüzleştiriyo... hadi oturun izleyin, iyi seyirler!!

2 Eylül 2011 Cuma

Bir Delinin Pesimist Kafaları

Ayıptır söylemesi, bugün Trier’in son filmi “Melancholia” nın Almanya galasındaydım. Film bitti, gittim bir bara oturdum. Film o kadar rahatsız etti ki çıkamadım içinden. O kadar Viski falan içtim ama nafile...

Trier’in ne kadar olağanüstü bir insan olduğunu daha ilk 5 dakikada hissetiren film, oyuncluk ve görsel efekt bakımından oldukça zengin bir mönüye ev sahipliği yapıyor. Çok zekice yazılmış senaryosu, duygu karmaşasında insanı ciddi derecede darlıyor. “Aaa ne güzel film lay lay lom” şeklinde izlerken, film aniden sizi hiç istemediğiniz bir tarafa o kadar güzel sürüklüyor ki, olması gerekenden çok daha rahatsız oluyorsunuz.

Kesinlikle izlemesi kolay bir film değil. (Trier’in hangi filmini izlemek kolay ya gerçi neyse...) Mısır patlatıp mutlu mesutken izlemeye kalmayın ama şunu söyleyebilirim ki bu senenin en iyi filmlerinden. Koltuğa mıhlanmış bir şekilde izlemeniz olası...

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Bu Ne Biçim Hikaye Böyle?

Birkaç kişi bir araya gelip 6 sezondur “It’s Always Sunny in Philadelphia” ile absürtlük sınırlarını zorluyorlar. Ve onları izlemek gerçekten çok eğlenceli...

Dizi, bir bara sahip olan dört tane otuzlarında insanın (2. Sezon Danny DeVito gelince beşliyorlar), günlük hayatlarına yapılabilecek en gerzek yorumları konu alıyor. Nerdeyse dizinin doğru düzgün bir senaryosu yokmuş gibi hissettirmesi (ki ben buna inanıyorum) ve DeVito’nun dizi için her türlü pisliği yapması gerçekten mükemmel. Şu an dediğim gibi 6 sezon mevcut, her sezon 20-22 dakikadan 12-13 bölüm. Çorum leblebisi kıvamında bölümleri arka arkaya yutmanız olası...

It’s Always Sunny in Philadelphia Televizyon tarihin kesinlikle en absürt oluşumlarından biri... Zaten onla yarışabilecek tek dizi var o da Seinfeld. Seinfeld’i alın üstüne biraz asit ve crack ekleyin alın size It’s Always Sunny in Philadelphia...

30 Ağustos 2011 Salı

Lokal Peygamberler

“5 gündür birşey yazmamışım zaman ne çabuk geçiyor azizim” diye kendi kendime düşünürken, 2 sene önce “If Istanbul” dan bir film geldi aklıma: Un prophète.

Film kabaca “dinsizin hakkından imansız gelir” mottosuyla zekice hareket eden bir arap elemanın fransız hapishanedeki öyküsünü anlatıyor. İğrenç hapisane atmosferi, leş insan ilişkileri ve biraz(!) vahşet gibi temel hapishane ortamının olmazsa olmaz öğelerini mükemmele yakın canlandıran film, oyunculuk, yönetmenlik gibi teknik unsurlarnın başarısıyla da ön plana çıkıyor. Zaten 2010’da en iyi yabancı film oskarına aday olarak rüştünü çok önce ispat eden bir film için çokta bunlardan bahsetmeme gerek yok sanırım.

Eğer “insan kafesi” temalı filmlerden haz alıyor ve özellikle benim gibi biraz olsun CINE5’te “OZ” izliyip büyüyen tayfada bulunuyorsanız, filme tapma olasılığınız baya yüksek. Çünkü kendisi uzun zamandır izlediğim en iyi hapishane filmi...

25 Ağustos 2011 Perşembe

Amerikan kabusunda bir modern western

Darlanmış bir şekilde evde otururken “bişeyler izleyeyim bari” diyince nedensiz bir biçimde 1 sene kadar izlemeyi ertelediğim Winter’s Bone geldi aklıma.

Film, 17 yaşında bir kızcağızın, (Lawrence) sefalet içerisinde iki kardeşini büyütme çabasını işliyor. Leş anti-Amerikan rüyası atmosferi, “ne bu kızın çekisi” dedirtçek sahneleri ile film üstünüze kazulet gibi üstünüze çökse de, günahsız ve saf karakterlerin samimi hikayeleri filme karşı Stokholm sendromu tarzında manasız bir sempati beslemenize sebep oluyor. Yönetmenin (Granik) 2. Filmi olmasına rağmen o kadar iyi br iş çıkarmış ki, bunca zaman erteledim diye kendime baya kızdım. Gerçekten çok başarılı bir dram olmuş.

Dipnot: Jenniffer Lawrence’ın performansı, Portman’nın oskarını sorgulatabilir benden söylemesi.

23 Ağustos 2011 Salı

00:00

Hazır filmden yeni çıkmış, filmle alakalı düşüncelerim iftardan önce kuyrukta beklenip alınan fırından yeni çıkmış pide gevrekliğinde iken yazmam gerekir diye düşündüm Allen’in son filmi Midnight in Paris için.

Zaten hali hazırda sadece oyuncu kadrosuna bakılarak filmden etkilenmek mümkünken Allen’in “aa bak tipik Woody Allen filmi” tabusundan biraz daha farklı ve çok ince detaylarla süslenmiş senaryosu ve her zamanki gibi bohem burjuvazi, burjuvazi ve arada kalanların birbirleri arasındaki absürd dialogları filmin olmuşlarından. Filmden o kadar etkilendim ki filmin sonundaki yazılar bitene kadar suratımdaki sırıtmayla oturdum yerimde. Düşünün ki Çin’de yaşıyosunuz ve yolda yürürken bir zeytinyağlı yaprak sarması dükkanı gördünüz... İşte böyle hissetiğim için kalkamadım yerimden.

Film komedi olduğundan oskar alma şansı bence yok ama bir ithimal aday olabilir. Ama bu sene en iyi komedi Altın Küre’sinin kime gideceği çok belli...


21 Ağustos 2011 Pazar

Her seferinde ilk kez izliyor olmak istedigim filmler-2

Ve Mad Max..Apokaliptik, kıyamet sonrası bilimkurgusu filmlerine hasta iseniz bu film top-ten listenizdedir kesin..Yoksa ekleyin lan! İlk filmden sonra dünya düzeninin yıkıldığını anlatarak açılır bu film. Max'in kıyafetleri efsanedir. Arabası daha efsanedir. Surviver hikayesidir bu. Yollarda geçer. Zamanının ötesinde bir anlatımı vardır benim için hep. Mad Max The Road Warrior net kült bir filmdir. Bu aslında üçlemedir. Keşke oturup üçünü de izleseniz ama serinin açık ara öne çıkan filmi budur. Her bölüm kendine müslümandır. Yani parça parça aynı karakterin başka hikayelerini anlatır. Geçenlerde okudum Mel Gibson şişko ve yaşlı olmasa dördüncüsü de gelicekti filmin olmadı..Nese bu film de izlemeyen arkadaşlara izletirken keşke ben de ilk kez izliyor olsam dediklerimden biridir..Hadi şimdi gidin indirin şu filmi! Emir vermeden olmuyor mu diye sorma..hehe

20 Ağustos 2011 Cumartesi

7 Katlı Düğün Pastası

Layer Cake’in Türkiye’de ki vizyon adının “Bir Dilim Suç” olduğunu görünce baya şaşırmış “ne alaka be” diye düşünmüştüm. Filmin ismini gayet aynen bu yazının başlığı gibi Türkçe’ye çevirerek düğün pastası yapabilirlerdi. Çünkü filmdeki suç miktarı dilimlerle ölçülebilecek miktarın çok üstünde.

Film, esas oğlanın (Craig) onca hengamenin arasında başından geçenleri anlatıyor. Dengesiz senaryosu, kalbur üstü oyunculuğu ve Siena Miller’in insanüstü güzelliği filmin göze batan özelliklerinden. Kara komik, az birşey dram ve adadan gelen işin olmazsa olmazı aksan severlerin ciddi anlamda hoşuna gidecektir. Eğer bunları sevmiyorsanız yine de izleyin çünkü bence film ciddi derecede iyi. Sarışın Bond mu olur demeyin. Tabularınız yıkın...

19 Ağustos 2011 Cuma

Her Yol Paris’e Çıkar!


Paris, giden arkadaşların ballandıra ballandıra anlatarak bitiremedikleri bir şehir olduğu için, onlara karşı ciddi miktarda kıskançlık duygusu beslememe sebep olmuştur. Aksine Le Concert, benim gibi tembel tembel oturmayıpta, oraya gitmeye çabalayan insanların hikayesini anlatır.

Le Concert, şu anda çulsuz olan eski bir orkestra şefinin (Guskov), takım taklavatını ve çalgıcılarını toplayıp, Paris’te Çaykovski çalmak için çabalamasını işler. Klasik müzik (ya da biraz daha özelleştirip Çaykovski diyelim) dinleyin ya da dinlemeyin, bu filme bir şans verin. Samimi anlatımı ve Rumen yönetmen (Mihaileanu) dolayısıyla Doğu Avrupa üslubuna sahip hikayesi, film bittikten sonra “Ya ne tatlı filmdi be” şeklinde bir hissiyat oluşturcaktır. Benden söylemesi.

Gelecek İstasyon: Brüj

Berlin’de olmamın verdiği rahatlık sayesinde, cebimde 3-5 cent para olmasına rağmen,”Plan yapmak nasıl olsa bedava” mottosundan aldığım gazla bi daha ki ay hangi ülkeye gitsem diye düşünürken aklıma geldi In Bruges.

Brüj’ün akılalmaz mimarisini tuval olarak kullanan film Ray (Farrell), Harry (Gleeson) ve mafya arasında geçen absürd ilişkileri konu alıyor. Tadında draması, ada sinemasının olmazsa olmazı “Leş aksan” ve “Kara komedi” konseptlerini başarıyla işlemesi In Bruges’ü dikkate değer bir film haline getiriyor. Colin Farrell’den pek haz etmesem de (Sezar’ın hakkı Sezar’a) oyunculuk ve film seti olarak seçilen Brüj’ün mükemmelliği, filmin en önemli artılarından. Eğer sizinde halihazırda Shengen vizeniz varsa filmden sonra “Ulan halihazırda Shengen vizemiz buraya kesin gitmeliyiz” şeklinde düşünmeniz olası...

18 Ağustos 2011 Perşembe

perhaps, perhaps, perhaps!!


İrlandalı bi arkadaş "coupling" hiç duymadım dediğinde masadakiler olarak topluca "oha" demiştik. Gecenin geri kalanının baya bi kısmı da ona diziyi anlatmakla ve bugüne kadar hiç izlememiş olmasından dolayı onu eziklemekle geçti. Siz de dünyanın herhangi bir yerinde bu arkadaş gibi eziklenmek istemiyorsanız; topu topu 4 sezon olup her sezonu 6'şar bölümden oluşan bu süpersonik İngiliz komedisini hemen oturup izleyin. iyi komedi nasıl da 10 yıllarca ayakta kalıyo görün. favorimiz Jeff' tir, belirtmeden geçmeyelim!
not: İngiliz olanından bahsediyorum, Amerikan versiyonunu görürseniz koşarak uzaklaşın!

16 Ağustos 2011 Salı

Anne oğul ilişkisinde gelinen son nokta

Duplass biraderlerin son filmi Cyrus, absürd senaryosu ve ilginç karakterleriyle,dikkate değer filmlerden.

Karısından boşanmış ve kaybetmeyi alışkanlık haline getirmiş bir adam (Reily) bir gün bir ev partisinde tipine göre fazla düzgün bir kadınla (Tomei) tanışır. İlişkinin başında her şey güllük gülistanlıkken kadının oğlu (Hill) çıkagelir ve bu yeni filizlenmiş aşkın kafasını kopartarak öldürmek için elinden geleni yapacaktır.

Anne, oğul ve erkek arkadaş arasındaki absürt ilişkiler (özellikle anne ve oğul arasındaki) ve karakterlerin sıradışılığı filmi izlemeye değer kılıyor. Ciddi miktarda güleceksiniz buna emin olabilirsiniz.

Bir tatlı huzur almaya geldim...

Geçen ay izleme firsatı bulduğum, “Şöyle güzel bir film olsada içimizi ısıtsa“ kategorisinin son dönem en güzel örneklerindendir Beginners. Zaten topu topu 3-5 karakter ve bir köpek olan filmde dev oyuncu kadrosu gibi şeylerden söz etmek mümkün değil ama filmde ki 3 ana karakterlerin (baba, oğul ve oğlun kız arkadaş adayı) oyuncu seçimleri gayet iyi.

Filmin kabasını almak gerekirse, daha önce annesini kaybeden ve babasını (Plummer) kansere kaptıran oğlan (Mcgregor), ölümünden önce babasının tüm evlilik hayatı boyunca eşcinsel olduğunu öğrenir. Babasının bu sürpriz açıklamasını ve ölümünü sindirmeye çalışan oğlan alelade bir partide tanıştığı kız (Laurent) ile bir ilişki kurma çabasına girer ve olaylar gelişir.

Konuya bakılırsa filmin sıradan gelme ihtimali çok yüksek ama yönetmen (Mills) konuyu öyle bir tatli dil ve kalbur üstü espriler ile işlemiş ki, filmden sonra “Bu film olmuş” şeklinde düşünmek gayet olası. Patlatın mısırınızı, izleyin, izlettirin...

14 Ağustos 2011 Pazar

Bir Ice Latte lütfen!

7 senedir Showtime'da gösterilen ve Mary Louise Parker'ın efsaneleşmiş Nancy Botwin karakterine hayat verdiği "Weeds" ya da bize mükemmel bir şekilde "Otlar" diye çevrilebilecek dizisi bu sene 7. sezonuyla ekranlara veda ediyor. Kendinizi her bir bölümü yirmişer dakika olan ve 13'er bölümden oluşan sezonları çerez niyetine arka arkaya izlerken bulacağınız şüphesiz. "Weeds" kocası öldükten sonra iki oğluyla banliyö cehenneminde tek başına kalan Nancy Botwin'in bir uyuşturucu satıcısından bir "uyuşturucu mama"sına dönüşmesinin öyküsünü anlatıyor. "Otlar", olayların standart bir diziden çok daha hızlı gelişmesi ve her bir sezonun yeni mekanlarda geçmesiyle kendini yıllar boyu taze tutmuş. Nancy Botwin'in ağzının kenarıyla her bölüm Ice Latte'sini höpürdetip, tiril tiril elbisesi içinde koca gözlerini açarak eli silahlı koca koca "kötü adamlar"ın arasından nasıl paçayı kurtardığını izlemekten herhalde daha keyif verici bir şey yok şu televizyon dünyasında. Bir de küçük Shane'in terörizmcilik oynadığı , Uncle Andy'nin yeğenine nasıl masturbasyon yapılır dersini verdiği efsane bölümlerle karşılaşmaya hazır olun. Eşcinsel narkotik polisleri, asıl ot kaynağı siyah Heylia teyzemizin birbirinden "zenci" çıkışları ve aksanı, histerik yan komşu Celia'nın manyaklıklarıyla Weeds televizyon tarihinde gelmiş geçmiş en alternatif ve sert dizilerden biri olduğunu da kanıtlıyor aslında. "Weeds"in sizi yüzünüzde "kafayı bulduran" bir gülümsemeyle izlettireceği kesin. Hala izlemediyseniz dizi bitmeden yetişin, bütün bölümleri en az 2 haftada bitireceğinizi garanti ederim.

süper güçleri olan ingiliz ergenleri!


aksan bombardımanıyla beyniniz zonklarken süper senaryosuyla beyninizi şenlendiren, diyaloglarıyla yaran bir ingiliz dizisi olarak misfits, sıradan süper-güç dizilerine koyup geçiyor da ardına bile bakmıyor.
her biri genç suçlu olan 6 genç, nereden geldiği belli olmayan bir kara bulutun içinden fışkırıveren yıldırımın kendilerini çarpmasıyla bayılırlar. uyandıklarında da hayatlarında değişen hiçbir şey yoktur. gün geçtikçe içlerinde bir şeylerin kımıl kımıl olduğunu fark ederler. bu yıldırım olayının bir "spoiler" olduğunu sanmayın, senaristler sizi hiç yormadan, daha ilk bölümde neyin neden olduğunu ve olacağını bu şekilde ortaya koyuveriyorlar. bu gençlerin her biri diğerinden daha da sevimli ama favorimiz Nathan'dır haberiniz olsun.

12 Ağustos 2011 Cuma

The Killing; adam gibi polisiye!

polisiye, hem de en gerçekçisinden!
eğer csi ve türevlerinden, her gizemin bir anda çözülüvermesinden, her karakterin mükemmel güzellikte ve yakışıklılıkta olmasından, sürekli ufacık problemlerini buhranlar geçirerek yaşamasından falanından filanından bıktıysanız, durmayın; arayın, bulun, izleyin, izlettirin!
ilk sezonunda Larsen'ların büyük kızlarının ortadan kayboluşunun sırrını hakkını vererek çözmeye çalışırken, bin bir türlü aksilikle gerçekçi bi şekilde baş etmeye çalışan iki akıllı ajanımız var. her bölüm bir günü aktarıyo bize. izlerken heyecanınız bir saatte tüketilmiyo, iksine gelcek hafta ne olcak dedirten sonlarla bitip aklınızda soru işaretini asılı bırakıyo. dediğim gibi, pazartesi akşamı yayılın, izleyin, helal olsun diyin!

17 Haziran 2011 Cuma

game of thrones izlenmelidir!

Iyi olan bisi biranda yayilmasa olmaz zaten.biranda biranda birandaaa..Bu diziye baslayip, ac kopekler gibi ilk sezonun ilk 9 bolumunu izleyip simdi 20 haziran daki 10uncu bolumu beklemekteyim. Diziyle tanisma hikayem ise ofisten bir arkadasin izlenir mi? baslikli maili ile basladi. Gittim baktim metacritic %79 vermis.. Madmen e %75 vermislerdi en son cunku. Ondan izlenir baba dedim. Daha sonra bi turlu baslayamadim falan baska bi arkadas abi "game of thrones" diye bi dizi var izle fantastissss dedi. Ulan tamam dedik izlemeye basladik bi baktik hafif Yuzuklerin Efendisi hafif Rome..Orta cag ingiliz lordlarida var ama mekanlar ne ortacag a ait ne bir orta dunyaya. Bu acidan sanirim aradalik hissi ile fantastik sevmeyen kitleyide kavramis oluyorlar. Neyse sonra ben 8inci bolumde iken Sibel Kekilli bu dizide 5dk gorununce tum Turk kekolarda izlemeye basladi artik diziyi=) Nese onlari siktir edin. Kitap 6ciltmis. Butun mallar birakir gider yakinda bi bok olmuyor bu dizide diyip umudum o yonde. Bole dizileri haketmeyenlere izletmiceksin abi. Sonuc olarak bu diziye hala
basindayken baslayin derim..Sean Bean abimize selam olsun..Hani Boromir vardi. Yuzugun yolunda heba olmustu dag gibi adam...

15 Haziran 2011 Çarşamba

Her seferinde ilk kez izliyor olmak istedigim filmler-1

Evet bu film bole mutlu sonla bitecekmis gibi olan sizi huzunlendiren ama iyiki izlemisim diyeceginiz nurtopu gibi bir film. Glen abimiz ile yanindaki suan eski sevgilisi olan hatunun tum filmi kaplayan efsane muzikleri de cabasi. Zaten Irish olan Glen abimizin film baslarken sokakta bir cigirtmasi varki eh masallah diyorsun. Adam sevmis be a.k..Ara ara izlemeyenlere hadi izleyelim ben izledim ama bi daha izlerim dedigim yegane filmlerden biri bu iste..Gidin indirin izleyin sipalar...