20 Eylül 2011 Salı

Kaçak İçki Adamı Kör Eder

2 hafta önce Almanya’nın sayısalını tutturunca, Seksi Shengen’ime yüklenerek yok İbiza’sıdır yok Paris’idir gezmekten yazamadım... Neyse gelelim asıl konuya...

Başlamasına 4 gün kala internette alelade jeneriğini görüp “Aman yeaaa 2. sezona 4 gün kalmış hüveeaaahg ” die düşünündüğüm televizyon tarihinin efsanelerinden olmaya aday, Boardwalk Empire’ı yazayım dedim...

Hikaye, 20lerde Atalntic City’nin çakal belediye reisinin (Buscemi), Amerikan hükümetinin içkiyi yasaklamasından faydalanarak, içki kaçakçılığından voleyi vurma çabasını işliyor. Kamera önü kadronun yanı sıra, kamera arkasında da mayfa işlerinden en iyi anlayan insanlar olması (Martin Scorsese ve Sopranos’un yazarı Terrance Winter) Daha sadece bir sezon olan dizinin kalitesini fantastik boyutlara taşıyor. Şu an yaklaşık 1 saatten 12 bölüm mevcut...

Siz de “Godfather iyidi be hocam” diyor, –gerçi kim demiyor onu da neyse– az bişey de dönemsel yapımlardan hoşlanıyor ve kandır vahşettir gibi mevzulardan mideniz kalkmıyor, aksine bu tarz işler hoşunuza gidiyorsa, dizinin ilk sezonunu bir oturuşta alma ihtimaliniz mevcut... Dediydi dersiniz.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Los Angeles fena yer

O gün oturdum harddiskte ne var ne yok diye karıştırırken LA Confidential'ın başına bir daha bir bakayım dedim. Filmi ilk izlediğimde 11 yaşındaydım, sinemada izlerken pek bir şey anlamadığımı ama filmden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Sonra dönüp dönüp üç beş yılda bir izlerim o zamandan beri L.A. Confidential'ı. Aradan tam 14 yıl geçmiş ve ben başına bakayım derken bir baktım filmi bitirmişim. Daha Russell Crowe'un Russell Crowe olmadığı, Kevin Spacey yeni yeni ününe ün katmaya başladığı, Kim Basinger'ın kariyerinin zirvesinde olduğu, tam dört yıl sonra Memento'da izleyeceğimiz Guy Pearce'in ilk defa beyaz perdede şahlandığı ve Danny DeVito'nun daha yapımcılığa el atmadığı zamandan kalan bu gerçek modern klasiği izlemediyseniz çok şey kaçırmışsınız demektir. Çürümüş bir polis örgütü, komplo, sex, uyuşturucu yani LA'de ne kadar pislik varsa film hepsini acımadan gösteriyor. 1950'lilerin mükemmel kurulan atmosferi, şahane oyunculukları ve tam anlamıyla seyirciyi koltuğa çivileyen senaryosuyla LA Confidential bir baktım hala eskimemiş, e dedim gerçek "klasik" böyle bir şey olsa gerek.

6 Eylül 2011 Salı

Kafalardaki Devreler

Şu kadar filmin arasında bir Türk filmi yok diye hayıflanarak yazmaya karar verdim Vavien’i...

Film basitçe, ana karakterler olan Celal (Engin Günaydın), Sevilay (Binnur Kaya) arasındaki ilginç ilişkileri konu alıyor. Filmin en büyük öne çıkan yanları ise, gerçekten iyi bir kara komedi olması (Çünkü Türkiye’den baya bir süredir düzgün denicek kara komedi çıkmıyordu -tamamen şahsi fikrim-) ve Engin Günaydın’ın yazdığı bir hayli absürd bir o kadar da komik senaryosu... Oyuncu seçimleri gayet kaliteli yapılmış, oyunuculuk vasatın bır hayli üstünde...

Neyse, sonuçta gayet izlenip ciddi miktarda gülünebilecek son dönem kaliteli Türk filmlerinden. Kalabalık izlemiştik baya da bir gülmüştük. Alın biralarınızı izleyin efem...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Sol Açığın Teröristleri...

Bir altta Alman filmi görünce aklıma geldi de yazayım dedim “Der Baader-Meinhof Komplex”i...

Neyse gelelim asıl mevzuya... Film, 2. Dünya Savaşı’nın ardından aşırı solculuğun geliştiği günlerde (60lar sonu 70ler başı diyelim), Ulrike Meinhof (Gedeckt) ve Andreas Baader’in (Bleibtreu) başını çektiği, Alman tarihinin en kanlı en vahşi örgütlerinden biri olan RAF’ın (Rote Armee Fraktion) oluşum sürecini ve eylemlerini konu alıyor. Daha açılış sahnesinde seyirce Janis Joplin’in dinlettiren film sizi sadece havaya sokmakla kalmıyor, “Hippie” kavramının Alman yaşam tarzına yansımalarını ve karakterler arasındaki ilişkiler üzerine de ciddi miktarda eğiliyor. Filmin oyunculuk, yönetmenlik gibi teknik özellikleri ciddi anlamda ortalamanın üzerinde olsa da bence filmin en büyük artısı olan biteni propaganda tadında değil de son derece objektif anlatması...

2009’da en iyi yabancı oskar adayı da olan film için çok da söylenecek bir şey yok bence. Sürükleyici senaryosu ile gayet kendinizi kaptırarak izleyeceğiniz, son dönem bir başarılı Alman yapımı...

Sex, Drugs and Rockn'roll!

Öncelikle Paul Kalkbrenner' den başlayalım; Leipzig doğumlu Alman minimal, tekno, elektronik, house çalan bir Dj. Bi de Dj Icarus var. O da filmdeki asıl abimiz. "Ica" nın hayatı müzikten ibaret. Ve tabii ki de onun getirdiği güzellikler/kötülükler (artık o senin vicdanına kalmış); kadınlar, uyuşturucu, bolca alkol, bolca jager, jack, bolca su ve hangover. Adlarını anca üniversitede kimya okusan duyucağın kimyasallar bu adamın vücudundalar. Her şey Berlin' deki Club Maria(şimdi adı değişti) sıradan bir geceyle başlıyor. "Kanka" nın verdiği bişeyle trip başlıyor haliyle ve sabah rehabilitasyon merkezinde uyanıyor. Merkezden kaçıyor bir kaç kere, merkezde hoşçakal partisi veriyor ve mekanı dağıtıyor. Tam bir wasted hayat. Rocknrolla daki "johnny quid" kafasından çok uzakta ve ayrı bir evrende. Müzikler efsane zaten filmdeki. Benden tavsiye filmi açın yanınıza bişiler alın bira olur jack olur jager olur votka olur; çünkü çooook canınız çekicek. "Sadece alkolleri mi? " ee orası da yukarda söylediğim gibi size kalmış :)

3 Eylül 2011 Cumartesi

Çocuk dediğin kırar dizini, oyununu oynar!

Ayyy ne tatlı kız, ne tatlı oğlancık falan derken, çocukların içlerindeki psikopatı serbest bırakıvermesiyle birlikte, bütün o sevgi sözcüklerini yutup "ha si.tir" deyiverdim!
Çocuk deyip hafife aldığımız insan tipinin, kendi aralarında oluşturdukları voltranla adeta bir ölüm makinesine dönüşmesi beni gerdi ne yalan söyliyim!
Bayram seyran davasına toplanan ana babalar, çocuklarınızı karda kışta, çadırda kızakta oynasınlar diye başı boş bırakırken artık o kadar rahat olamıcaksınız! film, ger,ger,ger şeklinde ilerliyo ve the Children gerçeğiyle yüzleştiriyo... hadi oturun izleyin, iyi seyirler!!

2 Eylül 2011 Cuma

Bir Delinin Pesimist Kafaları

Ayıptır söylemesi, bugün Trier’in son filmi “Melancholia” nın Almanya galasındaydım. Film bitti, gittim bir bara oturdum. Film o kadar rahatsız etti ki çıkamadım içinden. O kadar Viski falan içtim ama nafile...

Trier’in ne kadar olağanüstü bir insan olduğunu daha ilk 5 dakikada hissetiren film, oyuncluk ve görsel efekt bakımından oldukça zengin bir mönüye ev sahipliği yapıyor. Çok zekice yazılmış senaryosu, duygu karmaşasında insanı ciddi derecede darlıyor. “Aaa ne güzel film lay lay lom” şeklinde izlerken, film aniden sizi hiç istemediğiniz bir tarafa o kadar güzel sürüklüyor ki, olması gerekenden çok daha rahatsız oluyorsunuz.

Kesinlikle izlemesi kolay bir film değil. (Trier’in hangi filmini izlemek kolay ya gerçi neyse...) Mısır patlatıp mutlu mesutken izlemeye kalmayın ama şunu söyleyebilirim ki bu senenin en iyi filmlerinden. Koltuğa mıhlanmış bir şekilde izlemeniz olası...